top of page

Anlam-Değer Sorunu Üzerine


Yazar: Fulya Sormaz Öğüt


Bugünlerde dostlarım sadece Husserl, Nietzsche ve Işık¹ … Bir yandan Husserl, “Haydi, öz’ümüze dönelim!” diye bağırıyor; diğer yandan Nietzcshe, öz’de “bir bak var olanlara, neler oluyor?!” diye haykırıyor; ışık ise sessiz, anlamlı ve sevgi dolu bakışlarıyla beni öz’e davet ediyor.

Bugünlerde gökyüzü ağlıyor hep… Bulutların arasındaki sıkışmışlıklardan kurtulma isteğinin dışavurumu bu… O da masmaviliğine geri dönmek istiyor; “aydınlatmak” istiyor kendini ve hayatı… Aydınlığa çıkabilmek için hepimiz karanlıklardan geçiyoruz. Bu karanlıklardan geçip gitmek, öylece akmak; karanlıklarla savaşmadan, o karanlıkların öz’üne inip kendimizi keşfetmeden, karanlık’ı keşfetmeden aydınlık’a kavuşacağımızı düşünmüyorum. Dostlarım sağ olsun, beni daha da itiyor bu düşünceye… Görmem için ise, biraz daha sancılanmaya ihtiyacım var ki hepsi zaten çok sancı çekmediler mi o düşünsel d’evrimlerinde!

Var olanlara eleştirel bir gözle bakıp o “nahif ve anlamlı” hayat parçacıklarını hatırlamaksızın, unutulmuşlukları hatırlamaksızın veya karanlıktan durmadan şikayet edip daha da karanlığa itmeden kendimizi, şöyle bir durup anlamı yakalamaksızın mutlu olacağımızı mı sanıyoruz? Bulutlanmadan yağmayı, yağmaksızın aydınlanmayı mı bekliyoruz? Çok mu sabırsızız, çok mu düşüncesiz yoksa çok mu kaybolmuş? Nereye kaybolduk? Hangi boşluğa fırlattık kendimizi? Hani bizim o “insan” kavramımız, hani anlamımız, anlamlarımız? Bu kadar mı sıkıştık bulutların arasında? Bu kadar mı korkuyoruz yağmur olup yere yağmaktan? Yoksa bir “boşvermişlik” mi var üzerimizde?

Belki de çoğunlukla boşveriyoruz. Boşluktalığımız bizi, anlamları boşaltmaya itiyor belki… Ama neden o boşluktan çıkmaya çalışmıyoruz? Neden fırlattık anlamları öylece bir tarafa? Çokları, boşalttığı hayatın/anlamların farkında bile değil… Herkes “anlamsızlık”tan şikayetçi; insan egosundan, yapıp etmelerinden, duygu yoksunluğundan, vs. Peki bu anlamsızlık, öylece örtmüşse üstümüzü, neden örtüyü kaldırıp şöyle bir altına bakmıyoruz? Neden örtüyü çekip de o “çok özlediğimiz anlamları tekrar (bir anlam/değer yaratan insan olarak) yaratmıyoruz?

“Hayat boş”, “Yaşa gitsin” vb. sözler, nasıl da günümüz insanının aklına ve bedenine yapışmış… “Boş” ise boşaltan sen değil misin, biz değil miyiz, “insan” değil mi? Bu anlamları boşaltan, yok eden ve tekrar var edebilecek güce sahip olan? Yoksa biz, insanı mı unuttuk? Gerçekten de neydi “insan olmak”? “İnsanca Pek İnsanca”² yaşamak?

Karanlığa çomak sokup onu daha da itelemek yerine, al eline karanlığını, karanlıkları… Bir bak ki neden oradalar? Belki sana bir şey anlatmak istiyorlar. “İnsanlığın Krizi”³ne şöyle bir bak, gör, hisset; aç g/öz’ünü ve bir bak… Bütün örtüleri kaldır kendi üzerinden, kapadığın kapıları unut; boşvermişliğini, sıkılmışlığını, boşluktalığını, umutsuzluğunu, vb. Her ne varsa seni kapatan, şöyle bir at kenara… Bir bak öz’üne, ne var orada…


***


Peki, neden bu yazıya böyle bir giriş yaptım? Neden bu yazıyı, Nietzsche’den veya Husserl’den bol bol alıntı yapıp akademik bir felsefe dilinde yazmadım?

Çoğumuz, uzağındayız felsefenin. Oysa felsefe, her yerde. Onu akademik dilin içine sıkıştırdığımızda belli bir biçimde “felsefe yapmış” oluyoruz.. Bunları okuyanların da da pek bir şey anlamadığı söylenir sıklıkla. İstedim ki gündelik hayatın içinden bir serzenişin/problemin anlatıldığı bu yazı ile koklayın felsefeyi... Tanışın değil, koklayın diyorum çünkü bu yazı aslında bir şeye, bir yere davet ediyor insanı. O daveti kabul ettiğinizde zaten felsefe odasına girmiş olacaksınız. Kısmen tanışacaksınız kendisiyle. Hem belki merak edip yolunuz Nietzsche ve Husserl’e de düşer, kim bilir... Ama diyelim ki daveti görmediniz, o zaman “kendinizle bir diyaloğa”⁴ davet ediyorum sizi:

Yazıda geçen kavramları bulmaya çalışın. Yazıda konu edinilen problemi/sorunu belirlemeye çalışın. Yazıyla ilgili sorabileceğiniz büyük/derin/zor soruları dökün bir kağıda. Sonra kendinize o sorulardan birini sorun. Sorun ama öylesine değil, sorunun üzerinde derinlemesine düşünerek, titizlikle cevaplar vermeye çalışarak. Cevaplar, dayanaksız olmasın; temellendirin. Yani bir cevap veriyorsanız, onun nedenini, neye dayandırdığınızı iyi belirlemek durumundasınız. Cevaplarınızın tutarlılığını ve geçerliliğini hep göz önünde bulundurun. Sonra o cevaplara karşıt savlar geliştirin ve var olan cevabı çürütmeye çalışın. O ilk verdiğiniz cevap hala ayakta durabiliyorsa veya geçerliliğini yitirmişse ve o soru da, hala bir soru olarak hayatta/hayatınızda bir yer bulmuşsa, işte felsefeye hoş geldiniz!


 

1. Işık, ailemizin kedi bireyi.

2. Frederich W. Nietzsche, 2012, İnsanca Pek İnsanca, İş Bankası Kültür Yayınları.

3. “İnsanlığın Krizi” için bkz. Edmund Husserl, 1994, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, AfaYayınları.

4. Kendinizle diyalog: Kendi içinizde bir şey üzerinde düşünürken yansız/tarafsız bakabilmeyi gerektirir. Düşünsenize, hepimiz kendi içimizde habire bir şeyler düşünüyoruz ama ne kadar objektifiz? Kavramların, düşüncelerin ne kadarının farkındayız? O düşüncenin nereden geldiğinin, neden öyle düşündüğümüzün ne kadar farkındayız?... Ya da var olan düşüncemize, biz düşünerek mi ulaşmışız yoksa onlar birer yargı olarak mı toplanmışlar oradan, buradan? İşte felsefi iletişim, felsefi diyalog bizi, kendimizle konuşurken/düşünürken bile tüm bunların farkında olmamızı sağlayabilir. Bunu geliştirmenin yolu, felsefi düşünmedir.


 

Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!

Bizi takip etmeyi unutmayın:


Erilce Üzerine

"...kız gibi ağlama, kız gibi gülme, kadın başına…” Hemen hemen tüm küfürler Erilce’dir. Argo, daha çok Erilce konuşur...

Etkili İletişim Üzerine

Bir filozofa “En zor şey nedir?” diye sorarlar: “ Sözdür” diye cevap verir. “Neden?” Diye sorduklarında: “Çünkü anlamak da anlatmak da...

bottom of page