Yazar: Ayşegül A. Çetinkol
Ne çok insan konuşuyor değil mi anneliği? Çocuğu olsun olmasın, annelik üzerine söyleyecek ne çok sözü var herkesin. Hele ki ilk defa anne olduysanız, telaşınızı yatıştırmak yerine sözleriyle bombardımana tutarlar sizi. Hem de savunmasızca…
Sırtında mutlaka yeleği olsun.
Yüzünü çizer eldivenleri elinde olsun.
Biz sizi kitapla büyütmedik!
Emzirmezsen tabi sütün gelmez.
Soğuk içme sütün soğur.
Çıplak basma gazın olur.
Ağlayınca hemen kucağına alma, alışmasın.
Ağlatma al kucağına, yatışsın.
Eee artık bir annesin sen, alış!
Bu coğrafyanın annelik bilgeliği bitmez. Her ebeveyn için en az beş bilirkişi vardır çevresinde. Bu kişiler aileden, aileden değilse mahalleden, mahalleden değilse de ya sülaleden ya da sosyal çevreden birileri olur ama illa ki olur. Düşünüyorum da aslında mevzu hamilelikle başlıyor. O göbek dışarıya çıktıkça kamusalcı bir ‘anlayış’ da çıkıveriyor. Karnınızı sevenler mi dersiniz, embriyonun kaç aylık olduğunu ya da cinsiyetini pat diye tahmin edip sohbeti başlatanlar mı dersiniz… Annelik, böylelikle yavaş yavaş kadının bireysel yaşantısından çıkıyor. Toplum tarafından denetlenme ve peşi sıra gelecek olan onaylanmaya doğru uzanır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz, olamaz. Yepyeni üstelik geri dönüşsüz bir kavrama adım atmışsınızdır: ‘Annelik’
Peki kimdir anne?
Toplum içerisinde, ideal davranış biçimlerini kendinde toplaması beklenen bir varlık mı?
Yoksa sadece biyolojik olanağını yerine getirmiş bir kadın mı?
Ya da iç güdüleriyle hareket ederek çoğalmak arzusu duyan bir birey mi?
İsmet Zeki Eyüboğlu’nun etimoloji sözlüğüne göre; anne/ana sözcüğü Hititçe annas’dan gelmekte. Çünkü Türkçede sözcüğün kökünün özü doğurucu olmadığı gibi eril de. Eski Türkçe’de an kökünden türetilmiş anuk, angış, andarıman, anbazuk vb. sözcükler erkek adları. Buna karşılık Hititçe’deki an ile başlayan sözcüklerde doğurucu bir özellik var. ‘Hitit dilinin saf bir dil olmadığı da göz önünde bulundurulursa bu sözcüğün Hitit diline Anadolu kavimlerinden geçtiği kuvvetle muhtemeldir.’ diyor Eyüboğlu. Anadolu’da an köküyle başlayan birçok sözcüğün doğurma, dişilik, üreticilik gibi anlamlar taşıdığını söylüyor. Örnek olarak da Annitalvatar (çocuk doğurma gücü), Anniyatar(analık), Annavalans(üvey anne) ve bugün de yaşayan Anaç(doğurgan), sözcüklerini veriyor. Sevan Nişanyan, Anne sözcüğünün 20. yy’dan itibaren yazılmaya başlandığını söylüyor. Şemsettin Sami’ye göre ise 14. yy’dan beri kullanılıyor ve Âne biçiminde söylenişi sadece İstanbul şivesi.
Her ne kadar anneliği, biyolojik anlamda kadınla ilgili doğal bir akış olarak tanımlamak istesem de, iş bu kadar da basit değil. Anneliğin politik ve kültürel sonuçlarını da dikkate almamız gerek. Anneliğe sadece romantik gözlüklerle baktığımızda eksik kalırız. Çünkü biyolojik, içgüdüsel olarak tanımladığımız anneliğin peşinde olanlar, sadece doğurarak ya da deneyimleyerek annelik yapanlar değil. Şöyle bir bakın etrafınıza: Dışarıda anneliğinize karışan kocaman bir dünya var. Çünkü anne olmanın politik, ekonomik ve toplumsal bir değeri var. Kadını sırf anne olabildiği için bir tek bu meziyetiyle görmeye hevesli, onu tek boyuta indirgeyen, hala baskın olduğu söylenebilecek bir anlayış var.
Anneliği hedef alan bu toplumsal çöreklenmenin yolu ise annenin vicdan azabını kaşımaktan geçiyor. Modern çağla birlikte her dönem şartları değişse de adı hiç değişmeyen ‘iyi annelik’ girdabı annelerin en büyük kabusu. Çünkü bu çıkmaz, kadınların vicdanına oynuyor. Hormonları alt üst olmuş, uykusuzluktan tarumar, bedenine yabancı kadın, deyim yerindeyse yeni anne, her şeyi elinin tersiyle itip ‘iyi anneliğin’ peşine takılıyor. Bir hayalin, tam yakalamışken değişen bir fikrin ardı sıra savruluyor. O yalpaladıkça tüketim toplumuna gün doğuyor. Böylece dönüşüm, daha sert bir deyişle mutasyon başlıyor. Böylece kadın tam da kendisinden beklendiği gibi anne oluyor; verilen rolü oynamaya çabalıyor. Anne toplumun ihtiyaç duyduğu annelik algısında kaldıkça; yani çocuk için toplumca belirlenmiş ‘olması/yapılması gerekenler listesi’nin peşinde koştukça, evde de dönüşüyor. Toplum nasıl onun üzerinde mülkiyetini ilan etmişse, o da çocuğun üzerinde mülkiyetini ilan ediyor. Gerekçe ise basit: Annelik kutsaldır. Anneliğin toplumsal karşılığının kutsallık olması, kadınların çocukları üzerinde tasarruf sahibi olmalarını destekliyor. Ne de olsa toplum artık o kadına fedakarlığı, hakkı ödenemezliği, sonsuz saygıyı atfediyor. Belki de sırf bu sarhoşlukla anne ‘iyi anne’ olmanın peşinde koşuyor. Koştukça iç güdüsünü kaybedip doğallıktan uzaklaşıyor. Neden anne olmuştu, anne olmak ona ne ifade ediyordu? Hepsi uçup gidiyor. Üstelik bunun farkına bile varmıyor.
En büyük hastane odalarında, lezzetli ikramları, fotoğrafçısı, doğuma özel makyajı ile bu kutsal mertebeye erişen kadın (ki biz artık ona anne diyeceğiz); bundan sonra da çocuğu için atacağı her adımını bu sükse ile sürdürüyor. Emzirme danışmanları, dadılar, pişik yapmayan bezler, organik pamuk kıyafetler, uyku eğitimleri derken tüketilecekler listesi ile birlikte çocuk da büyüyor.
Hadi gelin birlikte özetleyelim. Amaç: Anneyi bir kaygı yumağına dönüştürmek. Böylece sisteme angaje edebilmek. Bir çeşit sömürgecilik de diyebiliriz. Sistem tarafından anneye kodlanan iç ses susmadan aynı şeyi söylüyor: ‘Eksiksin, yanlış yaptın, daha iyi anne olmalısın!’ Bu sesi susturmak için uzmanlara koşan anne, günün sonunda anneyle birlikte travmatize olmuş bir çocuk. Şimdi, burada durmak istiyorum. Niyetim akıllara ziyan bir annelik tanımlaması yapmak değil. Her alanda olduğu gibi, annelikte de köleleştirmeye içkin mülkiyetçi tavrın derin izlerini görebilmekten söz ediyorum. Görelim ve buradan kendi anneliğimizi tanımlamaya odaklanalım istiyorum. Bunu görerek kendi değerlerimizi yaratalım, herkesin anneliğinin biricik olduğu gerçeğini görelim. Bu yolda yol göstericiliğin de anne-çocuk ilişkisine bırakılması gerektiğini göz ardı etmeyelim. Ve izninizle kendi adıma kendi anneliğimi şöyle tanımlıyorum: ‘Sana her gün defalarca ‘anne’ diyen biri olsa da öyle kolay anne olunmuyor. Ne zaman ki ezberler bozuluyor, dünyanın altı üstüne geliyor; işte orada başlıyor annelik…
Karnında taşıdığında değil kalbinde taşıdığında,
Yanında olduğunda değil sabırlı durduğunda,
Eğitmeyi değil zevk almayı umursadığında başlıyor dönüşüm. Gerisi? Çorap söküğü…’
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın:
Comments